Pazartesi, Haziran 20

Kelime > cümle > anlam

Olmadı.
Yine ve her zaman olduğu gibi…

Kelimelerin kafada dönüp durup, kağıda cümle olarak dökülememesi sanırım sadece bana özgü bir durum. Olmadı mı olmuyor işte!
Bu belki de bir huydur.
Biraz düşününce; sanırım öyle gerçekten de…

Oluşturmayı değilde, oluşma ihtimallerini severim ben… 
Hayallerim gibi…
Hayallerimin gerçekleşme ihtimaline tutunurum ben, olasılıklar beni heyecanlandırır, o heyecan beni ayakta tutar.
Gerçekleşmeleri için çaba göstermem fazla, gerçekleştikleri takdirde o heyecanın yerine koyacak bir duygum olmamasından belki…
Olursa olur der, akışına bırakırım.

Belki cümlelerle aramdaki bağ da böyledir.. Kimbilir belki de bu şekilde yazma heyecanımı ayakta tutuyorumdur…
Ya da belki de “söz uçar, yazı kalır” misali, uçuculuğu seviyorumdur. Bir söz misali evrende dolaşmak, farklı cümlelerde anlam bulmak istiyorumdur…
….

İşte buldum! : Anlam bulmak


Sadece bunu düşünmesi bile içimi ısıttı…

O halde izninizle; bir cümlede anlam bulmaya gidiyorum, süzüle süzüle gökyüzünde…


Salı, Ocak 12

Bi arkadaşa bakıp çıkacaktım

Merhaba sevgili blog,

Uzun zamandır buralara uğramıyorum, sen de farkındasındır belki.

Ne zamandır elim yazmaya gitmiyor, bundan sonra da gider mi bilemiyorum.
Bugün sana merhaba demek geldi içimden.

Bir sürü şey oluyor hayatımda; iyi, kötü, keyifli, keyifsiz...
Bilirsin işte beni az çok.
Kafamda bir sürü şey döner ama onları bir cümle haline getirmekte zorlanırım...
Önceden düşüncelerimi cümle haline getirmek için uğraşırdım, gittikçe bunu yapmak zorlaşmaya başladı nedense...

Kendimi çok sorguluyorum, sorguladıkça kendime çarpıyorum, yaralanıyorum...
Yanlış anlama, bu kendini sevmemek değil. Ama...
İşte o "ama"lar beni çok bağlıyor. "Ama"ları silemiyorum bir türlü...

Hala ve hala, her şeyi, herkesi ayna yapmaya devam ediyorum kendime... Kendimi onların aynası yapmayı başaramadım daha... Yani hala aynalarla barışmış değilim kısacası :)

Bir de üstüne, aynada yansıyan kendime fazladan çizgiler eklenmeye başladı. Yerçekimine yenik düşmeye başladım :)))

İnsanın tam kendini bulduğu yaşlarda, yaşlanmaya başlaması çok acı be blog :))))
Neyseki; ruhla beden arasında ters orantı var da oradan kurtarıyoruz ;)
Yaşım ilerledikçe, daha da çocuksulaşmaya başladım ruhen :))

Neyse, şimdilik bu kadar...

Belki gelirim yine...

Özle beni blog ;)

Pazartesi, Ağustos 17

Ay ışığında parlak bir geceydi...

Şarkılar benim hayatımın önemli bir parçası.
"Hayal bile edemezdim" diyeceğim diyarlara yolculuk ediyorum onlarla. Bu yüzden yeni şarkılar keşfetmeyi seviyorum. Eğer işlerim yoğun değilse çoğunlukla bilmediğim şarkılarda gezinirim. Bu gezintilerim sayesinde çok güzel şarkılarla yolum kesişir.

Ama bazen öyle şarkılar çıkar ki yoluma; bana yaşattığı duyguları ne kadar anlatsam kelimeler yetmez.

Aynen bu şarkı gibi :



Son günlerde durmadan bu şarkıyı dinliyorum. Onu dinlerken genelde kendimi turuncu bir günbatımında, nehir ya da göl kıyısında yeşil bir alanın içinde yalınayak dolaşırken hayal ediyorum.

İstiyorum ki; benim bu kadar keyif aldığım şarkıyı herkes bilsin, bu aldığım keyfi onlar da alsın. Sanki herkes her türü seviyormuş gibi :)))

"Bu şarkıyı herkes bilmeli" düşüncesiyle bir gün facebookta da paylaştım. Neslihan yani namı değer Yazgüneşi'de çok beğenmiş şarkıyı ve internetten hikayesini araştırmış hemen (ben niye akıl edemediysem!) :))

Carlos Nuanez'in resmi web sitesinden öğrendiğimize göre; sözleri Galiçyaca olan bir parçadır. Carlos bu parçayı bir zamanlar Galiçya'da huzur içinde yaşayan Yahudi topluluklarını ve onların kültürlerini anmak amacıyla kaydetmiştir ki; kendi büyük annesi Sara'da bu kültürün izlerini yaşamında barındırmaktadır. Ne yazık ki İspanya'nın katolikleşmesi sürecinde bu Yahudi toplulukları büyük baskılar görmüş ve ya kaçmaya ya da kendi içlerine kapanmaya zorlanmışlardır.

Şarkının sözlerini oluşturan "Romans" 20. yüzyıl başlarında yine Galiçya'da ve "Washerwomen of the Night" ("Les Lavandières") söylencesinden derlenmiştir. Kelt kültlerinde de yer bulan bu öykünün Galiçya versiyonu düşüklere sebep olarak işlediği günahların cezasını sonsuza kadar kanlı bir çarşafı yıkamakla çekecek hayalet bir kadından bahseder.


Şarkı sözlerinin Türkçe çevirisi de şöyle:

Ay ışığında bir geceydi
parlak ve berrak bir gece

Nehir kenarında yürüyordum.
değirmenden gelirken,

Bir kadına rastladım,
suda çamaşır yıkayan

Nehrin içinde çamaşır yıkıyor,
bir yandan da şarkı söylüyordu

"Değirmenden gelen kız
yoldan aşağı inen kız
katlamama yardım et
yıkadığım çarşafımı
ulu meryem senden razı olsun
aziz lawrence seni korusun"

Çamaşırcı kadın gözden kayboldu
sanki dağılan bir sis gibi
çarşafın katlandığı yerde
sadece kandan bir gölet kaldı
ay ışığında bir geceydi
parlak ve berrak bir gece


Şarkının neredeyse tüm farklı yorumlarını dinledim. Bu da bir tanesi:



Hikayesi biraz acıklı olsa da, umarım şarkıdan siz de benim aldığım hazzı alırsınız :)

Şarkıya uzun zaman sonunda bana bloğa yazdırdığı için de ayrıca teşekkür borçluyum :))

Salı, Şubat 24

Karalama

Arada bir gelip bakıyorum bloğuma. Yani hem buraya, hem tibetdiyari'na...

Yazdıklarımı okuyorum; bir şeyler yakalarım da, ucundan kıyısından yazacak bir şeyler bulurum diye.

Sonra diyorum ki; ......................................

İşte........

Diyemiyorum bişii :))))

Bitmişim lan ben! :))))

Salı, Eylül 30

Gökkuşağı

Arkasında renkleri bırakacak yegane kişisin.
Gerçektende benim için sen;
Gökkuşağının ta kendisisin!
27.09.2014

Bazen gidenle böyle vedalaşırsın işte...
Onu son yolculuğuna uğurlamaya giderken,
yağmur yağmamış olduğu halde,
yeni evinin üstünde gökkuşağı belirir...
Sana en görkemli renkleriyle veda eder...

Kalbimdeki boşluğun hiç dolmayacak Adit.
Seni çok seviyorum...


Salı, Mayıs 27

Yağmurla aramda bir bağ var ki benim...

Tamamen kafayı yemediysem eğer, yağmurdan...




Küçükken, deli olurdum yağmur yağdığı zaman. Hemen kendimi dışarı atıp, damlaların altında salak salak dolaşmak en büyük eğlencemdi. Ama annem neredeyse hiç izin vermezdi buna. O zamanlar çamaşır makinemiz yoktu ve annem için benim dışarı çıkmam ekstra ıslak ve çamurlu kıyafetler demekti. Gökgürültüsünü her duyduğumda Pavlov'un iti gibi koşullanır, kudurmuş bir şartlı refleksle bir cama koşar bir anneme yalvarırdım. Sonuçta izin alamayınca da camın önüne tüneyip boynumu büker, ağlamaklı gözlerle dinene kadar yağmuru seyrederdim... Neydi beni her yağmurda büyüleyerek dışarı çeken? Hiç bilmiyorum...

Yıllar geçti. Hayli büyüdüm. Çamaşır makinemiz var artık. Annem de karışmıyor hiç. Ve ben o günlerin esaretine inat ne zaman duysam gök gürlemesini ya da su sesini hemen atıyorum kendimi dışarı. Nerede olursam olayım. Saat kaç olursa olsun. Hele ciddi bir yağmursa yağan. En geniş su birikintilerine sıçrayarak atlıyor, ayakkabılarım su dolana kadar bu oyundan hiç vazgeçmiyorum. Bir tür intikam hissi mi acaba bu? Kimbilir...

Aradığım bir şey var yağmurda kesin. Ne olduğunu hala bilmediğim bir şey. Ama var. Bazen yağmur bana bütün sorunları çözecekmiş gibi geliyor. Yağmur altında yapılacak tek bir konuşma bütün yanlış anlamaları ortadan kaldıracak gibi geliyor bazen. Mecburiyetler, imkansızlıklar, kızgınlıklar... Yağmur değince üzerlerine hepsi, hepsi halledilebilecek gibi geliyor. O yüzden de bir umut diyerek belki de, yağan hiçbir yağmurun bensiz yağmasına tahammül edemiyorum...

Az önce başladı yağmur..

Yazı Ali Lidar'a, fotoğraf bana ait...

Pazartesi, Nisan 21

ÇOK SUSAMAK GİBİ


Küçükken en büyük eğlencem, üç dört balıklı akvaryumumuzu seyretmekti. Hayvanlara bayıldığımdan değil tabi, oldum olası her türden canlıyla mesafe koymaya çalıştım araya. Sekiz yaşında üç çocuk abisiydim. Neredeyse her an uğultuyla çınlıyordu ev. Kardeşlerimin gürültüsünden nefret ediyordum. Havladıkları için sokak köpeklerinden, miyavlayıp durdukları için kedilerden, sürekli bağırdığı için babamdan, mütamadiyen ağladığı için annemden ve kaçıp gidemeyecek kadar küçük olduğum için kendimden nefret ediyordum. Balıkları seviyordum sadece. Çünkü hiç gürültü yapmıyorlardı. Bulduğum her kısa boşlukta nefesimi tutup, göt kadar akvaryumda salak salak yüzüşlerini seyredip mutlu oluyordum. Gitmek isteyip de gidememenin acısını ta o zamanlardan çok iyi bilirim…

Geçenlerde, özlemenin susamak gibi bir şey olduğunu söyledi. Hemen o an koşup yanına gitmek istedim. Gidemedim. O an, sekiz yaşındayken hissettiğim gitmek isteyip de gidememenin çaresizliğini tekrar hissettim bütün kalbimle. Sığınacağım bir akvaryum da yoktu bu kez. Ben de sigara yaktım çaresiz…

Kardeşlerimin hepsi büyüdü artık. Babam bağırmayı, annem ağlamayı kesti yıllar evvel. Hem tersi de olsa, bütün gürültülerden kaçıp uzaklaşabileceğim kendime ait bir oda var artık evimizde. Ama sekiz yaşımda o akvaryumun karşısında bulduğum huzuru koşullar ne olursa olsun bulamıyorum artık...

Arkamda bıraktığım otuz küsür sene şunu öğretti bana. Doğup büyüdüğü yere ait değil insan. Acı çektiği ya da çok mutlu olduğu yere de ait değil. İnsan, olmak isteyip de olamadığı yere ait. Şey gibi bir his işte bu. Çok, çok susamak gibi. Siz anlamazsınız bu hissi, bir tek o anlar...

Ali LİDAR

görsel bu siteden alıntıdır.