Salı, Eylül 30

Gökkuşağı

Arkasında renkleri bırakacak yegane kişisin.
Gerçektende benim için sen;
Gökkuşağının ta kendisisin!
27.09.2014

Bazen gidenle böyle vedalaşırsın işte...
Onu son yolculuğuna uğurlamaya giderken,
yağmur yağmamış olduğu halde,
yeni evinin üstünde gökkuşağı belirir...
Sana en görkemli renkleriyle veda eder...

Kalbimdeki boşluğun hiç dolmayacak Adit.
Seni çok seviyorum...


Salı, Mayıs 27

Yağmurla aramda bir bağ var ki benim...

Tamamen kafayı yemediysem eğer, yağmurdan...




Küçükken, deli olurdum yağmur yağdığı zaman. Hemen kendimi dışarı atıp, damlaların altında salak salak dolaşmak en büyük eğlencemdi. Ama annem neredeyse hiç izin vermezdi buna. O zamanlar çamaşır makinemiz yoktu ve annem için benim dışarı çıkmam ekstra ıslak ve çamurlu kıyafetler demekti. Gökgürültüsünü her duyduğumda Pavlov'un iti gibi koşullanır, kudurmuş bir şartlı refleksle bir cama koşar bir anneme yalvarırdım. Sonuçta izin alamayınca da camın önüne tüneyip boynumu büker, ağlamaklı gözlerle dinene kadar yağmuru seyrederdim... Neydi beni her yağmurda büyüleyerek dışarı çeken? Hiç bilmiyorum...

Yıllar geçti. Hayli büyüdüm. Çamaşır makinemiz var artık. Annem de karışmıyor hiç. Ve ben o günlerin esaretine inat ne zaman duysam gök gürlemesini ya da su sesini hemen atıyorum kendimi dışarı. Nerede olursam olayım. Saat kaç olursa olsun. Hele ciddi bir yağmursa yağan. En geniş su birikintilerine sıçrayarak atlıyor, ayakkabılarım su dolana kadar bu oyundan hiç vazgeçmiyorum. Bir tür intikam hissi mi acaba bu? Kimbilir...

Aradığım bir şey var yağmurda kesin. Ne olduğunu hala bilmediğim bir şey. Ama var. Bazen yağmur bana bütün sorunları çözecekmiş gibi geliyor. Yağmur altında yapılacak tek bir konuşma bütün yanlış anlamaları ortadan kaldıracak gibi geliyor bazen. Mecburiyetler, imkansızlıklar, kızgınlıklar... Yağmur değince üzerlerine hepsi, hepsi halledilebilecek gibi geliyor. O yüzden de bir umut diyerek belki de, yağan hiçbir yağmurun bensiz yağmasına tahammül edemiyorum...

Az önce başladı yağmur..

Yazı Ali Lidar'a, fotoğraf bana ait...

Pazartesi, Nisan 21

ÇOK SUSAMAK GİBİ


Küçükken en büyük eğlencem, üç dört balıklı akvaryumumuzu seyretmekti. Hayvanlara bayıldığımdan değil tabi, oldum olası her türden canlıyla mesafe koymaya çalıştım araya. Sekiz yaşında üç çocuk abisiydim. Neredeyse her an uğultuyla çınlıyordu ev. Kardeşlerimin gürültüsünden nefret ediyordum. Havladıkları için sokak köpeklerinden, miyavlayıp durdukları için kedilerden, sürekli bağırdığı için babamdan, mütamadiyen ağladığı için annemden ve kaçıp gidemeyecek kadar küçük olduğum için kendimden nefret ediyordum. Balıkları seviyordum sadece. Çünkü hiç gürültü yapmıyorlardı. Bulduğum her kısa boşlukta nefesimi tutup, göt kadar akvaryumda salak salak yüzüşlerini seyredip mutlu oluyordum. Gitmek isteyip de gidememenin acısını ta o zamanlardan çok iyi bilirim…

Geçenlerde, özlemenin susamak gibi bir şey olduğunu söyledi. Hemen o an koşup yanına gitmek istedim. Gidemedim. O an, sekiz yaşındayken hissettiğim gitmek isteyip de gidememenin çaresizliğini tekrar hissettim bütün kalbimle. Sığınacağım bir akvaryum da yoktu bu kez. Ben de sigara yaktım çaresiz…

Kardeşlerimin hepsi büyüdü artık. Babam bağırmayı, annem ağlamayı kesti yıllar evvel. Hem tersi de olsa, bütün gürültülerden kaçıp uzaklaşabileceğim kendime ait bir oda var artık evimizde. Ama sekiz yaşımda o akvaryumun karşısında bulduğum huzuru koşullar ne olursa olsun bulamıyorum artık...

Arkamda bıraktığım otuz küsür sene şunu öğretti bana. Doğup büyüdüğü yere ait değil insan. Acı çektiği ya da çok mutlu olduğu yere de ait değil. İnsan, olmak isteyip de olamadığı yere ait. Şey gibi bir his işte bu. Çok, çok susamak gibi. Siz anlamazsınız bu hissi, bir tek o anlar...

Ali LİDAR

görsel bu siteden alıntıdır.

Perşembe, Ocak 23

Gitme!...


Elinde kalem, önünde çizgisiz defter, öylece duruyordu masanın başında...

Derdi yazamamak değildi. Tek endişesi düz sayfada eğri yazmaktı. Hiç becerememişti şimdiye kadar çizgisiz bir sayfaya düz yazmayı.

Eğer eğri yazarsa, yazdıkları o rampadan aşağı kayacak, anlamsızlaşacaktı. Biliyordu... Tüm duyguları düz sayfada yuvarlansın istemiyordu...

Evde hiç çizgili kağıt da yoktu üstelik, sayfanın altına koyup düzgün yazabilsin...

Bilgisayarda yazabilirdi aslında, ama o zaman sayfaya dökmeye çalıştığı duygularının ruhu olmayacaktı.

Endişeli endişeli başladı yazmaya... ama endişesi o kadar yansıdı ki yazdıklarına, duygular yerleşemedi bir türlü cümlelerin üzerine ve üstelik her zamankinden daha da yamuktu yazdıkları...

Konuşmayı becerebilseydi eğer, karşısına çıkar, dudaklarında yüklerdi ruhu kelimelere...

...ama bu noktaya gelmenin sebebi buydu zaten. “Gitme” sözcüğüne bir anlam katamamıştı. Öylece havada kalmıştı sözcük, sonrada paramparça olmuştu gidenin arkasından...

Buruşturup attı kağıdı...
Daha kaç cümleyi böyle buruşturup yere atacaktı kimbilir...

Oysa tüm o yazmaya çalıştıklarına rağmen gidişin sebebinin farkında değildi hala.

Bunca zaman duygu yüklemesi gereken tek cümle “Seni seviyorum”du...



Buradan dinleyemiyorsanız klib için sizi buraya alalım :)